BRANDDAY

Tarafsız, yorum-haber ve analiz.

SONSUZA KADAR DEĞİL, SONSUZ KADAR

7 dakika okuma süresi

 İlkay Yetim’in Anısına

Bir fotoğrafa, bir ana, bir kişiye dair özlem…

Bir fotoğrafımız var onunla… Sahnedeyiz… İlk tiyatro deneyimim, selamlamadan sonra çekilmiş bir fotoğraf. Hocamın tam arkasında, gölgesinde duran bir öğrencisiyim…

Sahneye çıkmak, sahnede olmak ve sahnede öğrenmek…

Sahneden sıradan hayatlarımıza taşmak, sıkıcı yaşamlarımıza dahil olmak…

Usta-çırak ilişkisi, sahneyi aşıp yaşama dair öğrenmeye başlamak.

Bir çığ gibi büyüyen hayat ve yaşama kaygıları, varoluşsal sancılarımız veya en basitinden gündelik sıkıntıları paylaşmak…

Kendi hayatlarımızda hem protagonist aynı zamanda antagonist olmanın farkındalığı ve bunun gibi çelişkiler, biraz da diyalektik…

Usta-çırak ilişkisini yaşamlarımıza taşımak, hayatlarımıza dokunmak, buna akıl hocalığı ya da yaşam koçluğu gibi zırvalarla genel değerlendirmede bulunabilecek olsak da daha başka bir yerde…

İyisiyle, kötüsüyle bir öğretmen ve bilgiye aç bir öğrenci olan ben…

Bir benlik oluştururken hayatıma, benliğime dokunan bir öğretici işte.

Yazdığı oyunlar net ve kolay anlaşılır değildi. Çoğunu ben de anlamamıştım, öyle düşünüyordum en azından ilk başlarda. Sonradan anladım, demişti ki “Oyunlarımdan herkes bir şeyler anlar, herkes kendinden bir şeyler bulur, bir şeyler hisseder. Fakat ne anladığını anlatamaz.’’ Gülmüştü sonrasında kendinden çok emin şekilde, oyunları hayata dairdi aslında. Kendi isyanıydı oyunları, “İsyanınızı sahnede gösterin” derdi bize. Kendi gördüğü gibi anlatmaya çalışırdı hayatı oyunlarında, onun isyan etme şekli buydu. “Oyuna devam” onun sloganıydı ve biz hem sahnede, hem de hayatta oyuna devam ederdik…

O başka şekilde görüyordu, o yüzden BaşkaSahne’ydi, başka bir şey anlatıyordu bize. Oyunlarının isimleri bile başkaydı; Butyakengo, İ-zafiyet, Dr. F.F.F , Küçük Resim, R.E.M., Babil, 4gen…

Schrödinger’in Kedileri Deneyi’ni sahneye uyarlamıştı “Domatesli Pilav” adlı oyunuyla. Afişte kocaman harflerle ‘’Postmodern Tiyatro Oyunu’’ yazıyordu. “Postmodernizm nedir?” anlamamıştım o zamanlar, lise öğrencisiydim. İlk sahne deneyimimdi bu oyun. Oyunu sahnelemiştik sahnelemesine ama ne anlatmıştık, mesajı neydi ki bu oyunun. Oyun Domatesli Pilav Satan Bir Yer’de geçiyordu. Zamansa çok karmaşıktı. Sadece domatesli pilav ve su satılıyordu bu yerde. Biz de kedilerdik. Deneyde kedinin kapatıldığı kutu Domatesli Pilav Satan Bir Yer’di, domatesli pilav da o kedinin kapatıldığı kutudaki zehirdi işte. Aynı anda hem ölü hem diri olamazdık fakat oyunda bir sahnede ölüyken bir başka sahnede kanlı canlıydık…

“Dönüp dururuz kendi çevremizde,

Hiç dokunamayız.

Hep severiz…

Hep korkarız…

Hep biliriz…

En olası yanımızdan kaçarız,

Daha kötüdür,

Daha yanlıştır,

Daha yasaktır…

Artarak gecikir gerçeğimiz,

Çok isteklidir,

Çok çaresizdir,

Çok yalnızdır…

Alışılmadık bir deneyim gereklidirleşir,

Kusursuz hatalar herkesin arzularına indirgenir,

En soylu yönelime perçinlenir.

Domatesli pilavın tözü ve belkisindeki her tanesi,

Şaşkınlıkla kendini tespit eder.

Zamanın tarzı ilgisiz bir sabırla başka bir deneye ısınır.

Belleğe biriktirilen mantığın özsüzlüğü,

Ötekinin deneyimindeki bilincin kalıcı sığlığı…

Acıktığımız kadar acıdığımızın kabı,

Kaderli doyumun metaforudur domatesli pilav.”

Bana göre en hayatın içinden olan, benim için de en anlamlı oyunlarından biri “Sıradakiler” oyunuydu. Ve belki de onun da oyunlarının arasında en sevdiği, daha doğrusu en çok sahnelemeye çalıştığı oyunlardan biriydi “Sıradakiler.”

Bu oyunda; bir sıra var, “Sıradakiler” var, “Kadın” ve “Adam” var, önlerden sıra satan bir “Sıracı” ve Sıracı’yı yakalamaya çalışan iki tane “Bekçi” var. Sıradakiler ne sırası olduğunu bilmiyor fakat bekliyorlar, sıranın başının ve sonunun neresi olduğu bilinmiyor. Oyunda başkasının sırasını çalmaya çalışanlar, bilmediği bir sırayı para karşılığı Sıracı’dan satın almaya çalışanlar, sürekli suçlanan fakat suçsuz yere sürekli Bekçiler tarafından götürülen bir karakter, birbirleriyle sürekli atışan, flörtleşen Sıradakiler… Sıradakilerin bir adı yok, S-1, S-2, S-3… gibi ilk sahnede göründükleri sırayla kodlanmışlar. Sahnelerde sıraları değişiyor fakat isimleri değişmiyor. Sürekli sıra satmaya çalışıp bir şekilde Bekçilerden kaçan Sıracı, sürekli onu kıl payı kaçıran Bekçiler… Sıradakiler’den, Sıracı’dan, Bekçiler’den ne farkı olduğunu ve tam olarak kim olduklarını bilmediğimiz Kadın ve Adam… Adam’ı ilk sahnede üstü başı paramparça kanlar içinde ağlayarak bir şeyler ararken görüyoruz, bir sandalye bulup seyirciye gülümsüyor, kendine bir yer bulmuş gibi… Arada sahneye atlayıp Sıradakiler’e dokunup kaçıyor fakat sırada değil, bazen sırada boş yer bulup oraya oturuyor, bir anda sirenler çalmaya başlıyor, sıradakiler onu görünce kaçıyorlar ve onun gelmesiyle hep sahne kapanıyor. Bir sahnede Bekçiler’in kendi aralarında geçen bir diyalogda bir şey bildiklerini ve bunu Sıradakiler’den sakladığını öğreniyoruz, fakat ne sakladıklarını biz de öğrenemiyoruz. Sıracı da bir şeyler biliyor, Bekçiler aslında o yüzden Sıracı’nın peşinde. Kadın bir sahnede Sıradakiler’e emirler veriyor, yönlendiriyor onları. Bekçiler ile Kadın’ın aralarında geçen diyaloglarda, Bekçiler’in ve Sıracı’nın bildiğini Kadın’ın da bildiğini öğreniyoruz. Son sahnede tüm Sıradakiler yerde kapanmış oturuyor, Adam geliyor, Sıradakiler’e bakıp ağlıyor, Sıradakiler’in arasında dolaşıyor ve o da oturuyor, “Çığlığımı duyuyor musunuz!” diye bağırmasıyla Sıradakiler yeniden doğum refleksiyle uyanıyor, bu sırada Adam yere kapanıyor ve oyun bitiyor. Kendi deyimiyle “çok lezzetli, çok keyifli” bir oyun. İzlerken sıkılmıyorsunuz, gülüyorsunuz, merak ediyorsunuz, düşünüyorsunuz…

Ben de Sıradakiler’den biriyim. Hayır, hayır sadece sahnede değil, bu hayatta da Sıradakiler’den biriyim. Bunları sorguladığım ve yeni yeni hayatı algılamaya başladığım zamanlardı, lisedeydim. Sıranın başını ve sonunu bilmiyordum. Sıranın ne olduğunu bilmiyordum. Bir gün karşısına oturttu beni, konuşmaya başladı. Bir yol gösterici olmayacakmış bana, karanlığıma ışık tutmayacakmış. Benim tek bir yolum olabilirmiş; kendi yolumu, kendim çizmeliymişim…

…“Kadın: Bundan sonra hiçbir şey beklediğiniz gibi olmayacak. Sadece sezgilerinizle

anlayabilirsiniz, sezgilerinizi özgür bırakın, her şeyde mantık aramayın. Karanlık bir yolda yürüyorsunuz, her yer karanlık ve yol bitmek bilmiyor. Siz de yolun nereye gittiğini bilmiyorsunuz, yürüyün!

Sıradakiler: Yürüyorum, yürüyorum.

Kadın: Aferin size. Bütün olasılıklar karanlığın içinde, yürüyün!

Sıradakiler: Yürüyorum, yürüyorum.

Kadın: Aferin size, ne hissediyorsunuz?

S-7: Çok korkuyorum.

S-5: Çok anlamsız.

S-3: Çaresizlik.

S-2: Belirsizlik.

S-1: Sonsuzluk.

S-4: Çok yoruldum…

Sıradakiler: Yürüyorum, yürüyorum.

Kadın: Aferin size, yürüyorsunuz, her yer karanlık, tüm olasılıklar karanlığın içine

yayılmış, seçin birini!

S-5: Kendimi görüyorum! Sayıları çok fazla, üstüme geliyorlar!

Kadın: Güzel, en yakınındaki kendine dokun ölmediyse başardın demektir.

S-5: Dokunamıyorum!

Kadın: Yürüyün!”…

Her yer karanlık… Tüm olasılıklar karanlığın içine yayılmış… Çok korkuyorum, çok anlamsız, çaresizliğe kapılıyorum, belirsizlik ve sonsuzluk… Ben olasılıklardan birini seçtim… Kendimi gördüm, sayıları çok fazlaydı, üzerime geldiler… Kendime dokundum, ölmediysem, başarmıştım işte…

…“Sıradakiler: Yürüyorum, yürüyorum.

S-2: Üstü başı paramparça kanlar içinde bir adam görüyorum!

Kadın: Ha o mu? Boş ver onu, geç yanından. Yürüyün!”…

Bana bu yolda eşlik edecek, fakat yoluma müdahale etmeyecekti, en fazla düştüğümde kaldıracaktı, söz vermişti…

…“Sıradakiler: Yürüyorum, yürüyorum. 

Kadın: Ne görüyorsunuz?

Sıradakiler: Çok korkuyorum”…

Sayenizde yeni bir şey daha öğreniyorum, tek başıma yürüyorum ve düştüğümde kalkmayı öğreniyorum.

…“Kadın: Daha hızlı yürüyün! Ne görüyorsunuz? 

Sıradakiler: Beyaz bir ışık!

Kadın: Eyvah! Durun!

Sıradakiler: Duramıyorum!”…

O fotoğrafta o koca cüsseli adamın gölgesinde duran o öğrencisi olan ben, o zamanlar daha çok küçük, tecrübesizdim, hamdım. O gölgede olası yanıklardan korundum. Piştim. Yan yana yürüdüğümüz yolda, bir klişe olarak zamansız bir ayrılık kullanabilirim, ama post-ayrılık demeyi tercih edeceğim, onunla olan samimiyetime dayanarak. Ona böylesini uygun görüyor ve bunu yakıştırıyorum. Duysa gülerdi bana eminim… Bu bir ayrılık değil benim için.

İlkay Hoca’nın bir ifadesi vardı çok sevmiştim:

“Sonsuza kadar yetmez, sonsuz kadar”

“Sonsuza kadar yetmez, sonsuz kadar” BaşkaSahne’de olacağım.

“Sonsuza kadar yetmez, sonsuz kadar” onunla yürüyeceğim.

…“Kadın: Işığı kapat!”…

Işık gider, geçiş müziği başlar, sahne kapanır.

…Huzurla uyuması dileğiyle…

…OYUNA DEVAM…

SONSUZA KADAR DEĞİL, SONSUZ KADAR” için 2 yorum

  1. Teşekkürler. Çok güzel anlatmışsın. Bir hayatıyla hepimizin hayatına anlam katmaya çalıştı her zaman.

    1. Bize düşen, İlkay Hoca’nın hayatlarımıza kattığı anlamı unutmamak yapabileceğimiz en güzel şey olacaktır…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir